Çoğumuz Sinirli, Öfkeli veya Olumsuz Düşünüyor


Yoldan geçen insanlara bakıyorum çoğumuz sinirli, öfkeli veya olumsuz düşünüyor. Bu tür insanlar ile her yerde karşılaşabilirsiniz. Ne kadar uzak kalmak istesek de onlar sizi bulabilmektedir. En basit bir yazının altında bile bunlardan bulabilirsiniz. İnsan oturup düşünüyor. Yahu sen bunu yazarken amacın neydi? Neden bu kadar olumsuz düşünüyorsun? Burada yapıcı eleştiriden bahsetmiyorum. Amaçsızca yazı ile alakasız olumsuz yorumlardan bahsediyorum. Olumsuz yorum ile yapıcı yorum arasında bir fark vardır. Yorumun ile yazıyı yazan kişiyi uyaracaksan bunun da bir üslubu vardır. Sen gitmişsin yok bu yazı çöp, keşke yazmasaydın, bir de şuraya noktalı virgülü koymayı unutmuşsun demişsin. Madem öyle sen daha iyisini yaz da biz de faydalanalım. Belki yorum yaptığı yazı ile kendisi bilgilenecek veya yarar sağlayacak, fakat o şey adamın umrunda değil. Gün içinde bir başkasına sinirlendi ve sizin yazınızın altına tüm kinini kusmaya başladı. Büyük ihtimalle de yazıyı da okumamıştır. Zaten kendisi sahte bir isimle kayıt olmuş, beni nereden bulacaklar ki rahatlığı var. İhtimal ki hayatında bir şey canını sıkmış, ben de buraya bir şeyler yazayım rahatlayayım kafası var. Bu sadece blog dünyasında veya sosyal medyada böyle değil ki, hayatın her alanında var.

Mesela otobüste giderken aniden aracın hareketiyle birine hafifçe çarpıyorsun, çok özür dilemene rağmen önüne baksana ulan diye laf atılıyor. Özür dileyen zaten farkında olduğundan üzerine gitmezsin, büyüklük sende kalır. Kimse tansiyon yükselmesin demiyor. Herkes kendisinin en sinirli olduğunu, herkes kendinin en haklı olduğunu sanıyor. Eee bunun sonucu nereye varacak?

"Bu ne dünya kardeşim üzen üzene
 Bu ne dünya kardeşim böyle
 Kimseyi incitmeden kırmadan tek bir kalbi
 Yaşamak elbet en güzeli"

Yılbaşı Kartı Gönderin

Yılbaşı Kartı

Yeni yıla az kaldı. Elime yılbaşı kartlarını almaya başladım. Kartpostalları göndereceğim kişiye göre seçerken kendimi biraz yaşlı gibi hissetttim. Şimdi kartpostal bulmak bile çaba isteyen bir şey oldu. 90'lı yılın başında dünyaya gelmiş biri olarak yılbaşı kartlarına yabancı olmadığımı düşünüyorum. Genç biri olmama rağmen arada kendimi farklı bir jenerasyondan olduğumu hissediyorum. Biz küçük iken ah bu gençleri anlamak zor derlerdi. Şimdi ise ben yeni nesile aynısını söylemeye mi başladım?

Hatırlarım benim zamanımda okulda yerli malı haftası, kartpostal yazma gibi etkinlikler olurdu. Bu etkinlikleri büyük bir hevesle yapardık. Küçük şeylerin bizleri çok mutlu etmeye yettiğini farkettim. Kartpostal deyince yeni nesil adresin nereye yazılacağını hatta nereden gönderileceğini bile bilmiyor. Birisi onlara söylemezse nereden bilebilirler ki?

Şimdi günümüzün bilgisayar çağı olduğundan bahsediyoruz. Sosyalleşme adına sosyal medya çağı diyoruz. Amaaan mektuplara ve kartpostallara ne gerek var denilebiliyor. Çünkü bir Whatsapp, Facebook Messenger'dan kısa mesaj, çağrı atar yeter olayları var. Mail atmak bile işlerimiz haricinde artık demode kalmaya başladı. İlk mail adresimi aldığımda ortaokuldaydım. İnternete bağlanırken garip garip sesler vardı. O zamanlar sosyal medya diye bir şey yoktu. Google bile hayatımızda yoktu. Yine de ilk mail adresimi aldığımda o kadar mutlu olmuştum ki sanki buradan herkese mektup, kartpostal gibi iletiler göndereceğimi düşünmüştüm. Çoğu kimsenin o zamanlar daha mail adresi olmadığından o ilk mail adresime birkaç mailden başkası gelmedi. Ben yine mektup, kartpostal yazmaya devam ettim. Eğer karşımdakini önemsiyorsam emek, çaba ve özen göstermek daha anlamlı olacaktır. Geçiş döneminin bir bireyi olarak teknolojinin hayatımızdaki yerini ve öncesini az çok daha iyi kavrayabiliyorum.

Sevginizin, saygınızın ve dostluklarınızın pekişmesi için birbirinize bir yılbaşı kartı gönderin.

     

Kuzeydeki Kutup Yıldızı

Cruise Gemisi

Bazı tutkular vardır, yalnızca düşünmesi bile keyif verir. Hiç görmediğin, duymadığın ve hatta hissetmediğin bir şey olsa bile sen onun esiri olmuşsundur. Bu anlatacağım hikayeye başlamadan önce elinize bir fincan kahve almanızı öneririm.

Gökyüzü zifiri karanlıktı. İskandinaya'da sıradan soğuk bir kış gününde saat 9:30 gibi güneş doğacaktı. İsveç'e Ağustos ayında gelmiş ve kış kendini gösterince gün ışığı gördüğüm süre belirgin bir şekilde azalmıştı. Bu duruma daha yeni alışmıştım.

Biletimi elime almış ve karanlıktan gelen otobüse binmek için durağa yanaştım. Yolculuk Stockholm'e doğruydu. Sırtımda sırt çantam, elimde bir kitap ve bir de müzik dinlemek için ipod vardı. Otobüste yerime oturduktan sonra bir ses lütfen tüm yolcularımız emniyet kemerlerini taksın, aksi takdirde otobüs çalışmayacaktır diye anons geldi. O an anonsun sadece benim için yapıldığını anladım. Dört aydır İsveç'ta yaşıyorum, fakat arada hala bir an dalgınlıktan da olsa bu tarz kurallara uymayabiliyorum. Aslında uyumlu biriyimdir. Ülkeden ülkeye değişen kurallara alışmak bazen zaman alıyor. Emniyet kemerlerimi bağlamış, yolculuk uzun süreceği için uyumak istedim. Çünkü unutulmaz bir gece beni bekliyordu. Stockholm şehrine gittiğim için değil, oradan cruise gemisi ile yaklaşık 1.5 gün yolculuk yapacaktım. Kutuplara yakın Baltik denizinin soğuk sularında yol alacaktım. Daha öncesinde devasa bir gemiye hiç binmemiştim. İstanbul'da birkaç kez vapura binmiştim. Bu elbette sayılmazdı.

Stockholm limanına gelmiş, gemimizin demir almasını bekliyorduk. Herkesin bir kamarası vardı. Gemi o kadar lüks ki bana Titanik gemisini hatırlattı. İçerisinde restoranları, barları, tiyatro salonları ve dans pistleri vardı. Bunlar beni hiç etkilemiyordu. Gemi içerisinde kaybolmamak için bir yerden bir yere giderken sürekli her katta bulunan gemi krokilerine bakma ihtiyacı hissediyorsun. Aksi takdirde gemi içerisinde kaybolursun. Gece geç vakit olmasına rağmen gemi adeta yaşayan bir şehir gibi. Ben ise geminin güvertesine çıkmaya çalışıyorum. En sonunda aradığımı bulmuştum. Her yer kapkaranlık. Hava çok soğuk. Geminin güvertesine yaklaşmıştım. İçimden işte bu gece benim gecem demiştim. Karşımda Baltik denizinin soğuk dalgaları vardı. Deniz buz tutmaya başladığı için gemi parça parça buzulları kırarak ilerliyordu.

İleri doğru bakarken sanki sonsuz bir karanlığa bakıyordum. Bu karanlığı tarif etmek gerçekten zor. Sokak lambasının ışıkları sönmüş yolda ilerlemek gibi. Gözüne çok uzaklardan iki ışık vuruyor. O kadar uzaktan vuruyor ki ömür boyu yol gitsen ışık kaynağını bulamayacakmışsın gibi. Işıklardan biri deniz feneri, diğeri kutup yıldızı. Evet, kutup yıldızı. Kutuplara daha önce hiç olmadığım kadar yakındım. Yüzeyde buz kütlelerinin olduğu bir denizde ilerliyordum. Çocukluğumda yolunu kaybedenler için "kutup yıldızını takip etmek" beni mutlu eden, yolumu bulmama yardımcı olan şeydi. İnanır mısınız ben daha ana sınıfına bile gitmez iken çocuk aklıyla kutup yıldızını nasıl daha iyi görürüm, daha yakın olurum onu düşünürdüm. Okuma yazma bilmeyen bir çocuk kutup yıldızını neden bu kadar seviyordu? Resimli kitaplar, anlatılan masallar etkilemiş olabilir. Bunları bir kenara bırakalım. Şimdi çocukluk hayalime çok daha fazla yakındım. En azından öyle hissediyordum. Hava -30 santigrat dereceyi gösteriyor ama ben hafif bir tebessüm ile halimden memnundum. Karşımızda deniz feneri olmasına rağmen bana göre kutup yıldızının denize vuran ışığı gemiye yol gösteriyordu. Çocukluk hayali ya imkansız olan şeyler mümkün olabilirdi. Tıpkı masallardaki gibi. Ülkemden, ailemden, dostlarımdan binlerce kilometre uzaklıkta gerçek ile hayal arasında bir an yaşıyordum. Titanik gibi büyük bir buz dağına çarpsaydık sevdiklerim yetişemezdi, sadece kutup yıldızı yetişebilirdi.     


Y.A

Yıllar Sonra Karşılaştığın Bir İnsan


Yıllar sonra tanıdığınız bir insanı görünce tanımamazlıktan hiç geldiniz mi? Sanırım bir keresinde maruz kalmıştım. Düşününce anlam veremedim. Belki de zor insan olmayı seçmiştir karşımdaki. Bilemezsin.. Gerçekten tanıyamamıştır desem bir kandırmacadan ibaret olacaktır. Kalabalık içinde önce uzun bir süre gözlerinize bakar bakar ve kafasını çevirir gider. Çocuklukta belki fazlaca samimi olduğun ve çok şey paylaştığın biriydi. Üstünden yıllar geçmiş, yılların getirdiği yorgunluk ile o masumiyet bozulmuş. İşler çıkara dönüşmüş. Her şey unutulmuştu. Bir de olay kalabalık içinde olunca bir selam bile verme tenezzülü bile edilmemişti. Ben yönelmiştim, o yan dönmüştü.
İnsanı seçmek mevki, statü farkı veya itibar mı belirleyecekti? Belki ileride lazım olur diye yüzüne bakmayıp sadece açık kapı mı bırakılacaktı? İkilcilik oynamayalım lütfen..

Mehmet Akif'i şimdi anlamaya çalışıyorum. Yıllar öncesinden haklıydı. "Artık iki yüzlü insanları sevmeye başladım. Çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanları tanıdım." Mehmet Akif'in bu sözünde kabullenme yoktur. Sadece bu tür insanlara karşı acı bir serzenişi var. Durumu daha açık anlamak için TDK'den yardım alıyorum. Sözlükte "özü sözü bir olmayan, riyakâr, mürai" olarak geçmektedir. Bu insanlardan etrafta çok olacak ki ünlü bir şair bir sözünde bahsetmiş, hatta sözlükte bile ayrıntılı olarak tanımı yapılmış.  

Konuyu daha fazla çarpıtmadan bir "merhaba, nasılsın?" dese bile yetecekti. Ben de bu yazıyı yazmayacaktım. Ne diyeyim, hayatta başarılar dilerim..

 
 

İçtiğiniz Kahve Kişiliğiniz Hakkında İpucu Verir


Ben tamamen kahve hayranıyım. Belki kahvesever biri olduğumu söylemek daha doğru olacaktır. Her gün süt ile tamamlanmış sıcak bir filtre kahve ile güne başlamak hoşuma gidiyor. Ama içtiğim kahve türünün aslında kişiliğimle doğrudan bağlantılı olduğunu okudum ve buna gerçekten çok şaşırdım. 

Kahve içmek iyidir. Bazıları kahvenin kalp çarpıntısı yaptığını söylese de; günde birkaç bardak kahve kalp krizi riskini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda kokulu kahve daha az stresli olmanızı sağlar. İçtiğiniz kahvenin türü ne? Aslında bu tercihler senin hakkında çok şey söyleyebilir. Bu çalışma kahve içen 1000 kişinin alışkanlıkları incelenerek oluşturulmuş. Ankete katılanların kişisel tarzları ve psikolojik özellikleri değerlendirilmiş.

Sade kahve içenler: Özü sözü bir, işleri basitleştirmeyi seven, sessiz fakat huysuz ve sade karakterli kişilerdir. 
Espresso içenler: Liderlik yapan, çok çalışan fakat huysuz, ne istediklerini bilen kişilerdir.
Latte içenler: Evhamlı olma eğilimli, insanları memnun etmekten hoşlanan, karar verme konusunda genellikle kararsız kişilerdir.
Cappuccino içenler: Takıntılı, kontrolcu, yaratıcı, dürüst, motive, mükemmel arkadaşlar edinir fakat yaratıcı olmayan şeylerden de sıkılan kişilerdir.
Frappucino İçenler: Her şeyi bir kere de olsa deneyen, trendi belirleyen, maceraperest, cesur, sağlıklı seçimler yapmayan kişilerdir. 
Hazır kahve içenler: Neşeli, iyimser, rahat, işleri erteleme eğiliminde olan kişilerdir. 
Soya sütlü kahve içenler: Bakımlı, detay odaklı, kendine güvenen, kendini düşünen kişilerdir.  

Anket sonuçları bize bunları söylüyor, fakat bu konu hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

*Bu yazıda bahsedilen anket 2014 yılı TIME dergisinin bir yazısında yayımlanmıştır.

Okunsun Diye Yazmıyorum Yazılarımı


Okunsun diye yazmıyorum yazılarımı. Düşüncelerim bir yerde dursun diye yazıyorum. Eğer bir gün ben, ben olmaktan vazgeçersem arkamdaki yazılara bakıp kim olduğumu anlamaya çalışacağım. Dışardan bakarsan denizin derinliğini anlayamazsın. Anladığını sanır kendini kandırırsın. İnsan sığ sularda yüzerken denizin derinliğini ancak anlayabilir. Yazımda bir okyanusdan değil de bir denizden bahsettim. Hayatımda ben hiç okyanus mu gördüm? Akvaryumdaki balığa sen okyanusun güzelliklerini anlatsan nafile. İşte ben kendimi o akvaryumdaki balık gibi hissediyorum. Dışarı açılamamış, yalnız.. Açılsa belki güzel şeyler olacaktı. Biraz da kendime şımarık desem yanlış olmaz. Şimdi nereden çıktı bu diyebilirsiniz? Ben akvaryumdaki balığım ya işte sabah akşam yemimi dışarıdan hazır almaya alışmışım. Kendi yemimizi kendimiz bulmuyoruz veya çaba bile göstermiyoruz. 

Birileri dışarıdan o böyle olmaz, bu böyle olur gibi söylemlerde bulunuyor. Sen ona neden bakıyorsun? Boşver, elalem ne derse desin. İşin elaleme kaldıysa ağzı torba değildir ki büzesin. Unutma insan her zaman kendinden sorumludur. Kendin bir hata yaparsan bir süre sonra acısına katlanırsın. Başkası senin adına hata yaparsa acısı geçmez. Çünkü kendi hakkını başkasına kullandırmışsındır. Sonucunda pişmanlık hissedersin. Eline bazen fırsat bir kez geçer. Her gününü son gününmüş gibi yaşayarak kararlarını ver. Karar verirken de bir sorumsuz gibi kararlarının altı boş olmasın. Kısaca kendini yetiştir. Yere sağlam basmak için biraz da kitap oku diyerek ben kaçayım artık. Bu da böyle kısa yazılarımdan biri olsun.

Çok Blog Okuyan Mı Çok Youtube İzleyen Mi Bilir?


Şimdi "Çok okuyan mı çok gezen mi bilir?" polemiğine ayrı bir boyut katacağım. Çok blog okuyan mı bilir? Yoksa çok youtube videosu izleyen mi bilir? Günümüzde internetin büyük bir bilgi kaynağı olduğu yadsınamaz bir gerçektir. İnternet sayesinde görsel ve işitsel olarak pekçok bilgiye kısa yoldan ulaşırız. Bu yazımda internet üzerindeki yazılı ve görsel bilgi kaynaklarını dikkate alarak yazdım.

Okumak, çok eski zamandan beri insanların yaptığı bir eylemdir. Bir eylem olarak kalmayıp bilgiye ulaşma yolumuzdur. İnsan görerek, dinleyerek öğrenir; fakat okuyarak daha fazla öğrenir. Öğrenmek için çaba sarfedilmesi gerekir. En azından ben böyle daha iyi öğrendiğimi düşünüyorum. Görsel ve işitsel yollarla da öğrenmeyi sağlarız. Bize daha eğlenceli geldiği için birçoğumuz kitaplara ve bloglara sırtını dönüp sadece kendini sanal ortamda bulunan video platformlarına bırakmış durumda. Her şey iyi, güzel ve hoş da unuttuğumuz bir şey var. İnsanda kısa ve uzun ömürlü olmak üzere iki tür bellek vardır. Sanal ortamda bulunan video platformlarında (youtube vb.) bilgiler görsel ve işitsel olarak karşımıza gelir ve gider. Sanal ortam artık bilgi çöplüğüne dönmüş. Bir video izleyeceğim diye gereksiz fazladan bilgi kirliliğine de maruz kalmaktayız. Gördüğün veya duyduğun bir bilgi ile belki bir daha karşılaşmayacaksın. Tekrarlama yapmadığın için görsel sanal ortamdan öğrendiğin yüzlerce bilgi kısa süreli belleğimizde belli bir süre sonra kaybolup gider. Peki, ben görsel ve işitsel bilgiyi ikişer kez izlersem öğrenemez miyim?

Bir öncekinden daha fazla uzun sürede aklında bilgiyi tutarsın, fakat bu kez de öğrendiğin bilgileri gruplamadığın (önceki öğrendiğin bilgilerle ve yeni öğrendiğin bilgiler arasında bağ kurmadığın) için yine bellekte bilgiler kısa zamanda unutulup gider. Nedeni ise youtube gibi platformlarda bilgiler sürekli bir anlık gelip gidiyor. Sonra bunu da izler misiniz? diye tavsiyeler vardır. Ondan ona derken istediğimiz şeyden farkında olmadan uzaklaşmışız.

Sanırım günümüzün en büyük hastalığı unutkanlık. Ben genel anlamda unutkanlığı kısa süreli bellekte tuttuğumuz gereksiz bilgilere bağlıyorum. Bir kitabı bütünce okuruz, ama bir videoyu parça parça izleyebiliriz. Hatta bir serinin kitabını asla 1.kitabı okumadan 2.kitabı okuyarak başlamayız, ama bir videonun ortasından izleyebiliriz. Kitap,blog gibi şeyleri okuyarak hem düşünme zamanımız oluyor hem de önceki öğrendiğimiz bilgiler ile yeni öğrenilen bilgiler arasında bağlantı kurmamız için zamanımız oluyor. Yazılı bir bilgiyi okurken isteğiniz ile kitabun başına oturduğunuz için tüm dikkatinizi de toplamış olursunuz. Bu sayede uzun süreli belleğe bilgileri atmış olur, hayatınızın büyük bir bölmünde bu bilgiyi hatırlarsınız.

Burada sadece kitap,blog okuyun demiyorum. Okuyarak bilgileri öğrendikten sonra youtube gibi platformlardan bilgileri pekiştirmiş olursunuz. Yola ilk çıkış noktamızın her zaman okumak olması gerektiğine inanıyorum.

Siz nasıl düşünüyorsanız yorumlarda belirtirseniz sevinirim..
        

Blog Anket Sonuçlarından Satır Başları


Tam bir yıl önce "sizi daha iyi tanıma anketi" adlı başlattığım ve hala devam etmekte olan anketten bazı satır başları vermek istiyorum. Bazılarınız unutmuş olabilir, ama ben bu bir yıl içinde anket sayesinde bloğumu okuyan değerli okuyucularımın isteklerini göz önüne almaya çalıştım. İleti kutuma gönderilen yazılarımla ilgili olumlu veya nadiren olumsuz bazı görüşleri de dikkate alıyorum. Burada bir okuyucumun bile değerli vaktini alıyorsam gerçekten büyük bir sorumluluk altında olduğumu hissediyorum. Bu bilinçte bir blog yazarı olarak blog yazarı arkadaşlarıma yorum yapmaktan çekinmiyorum. Bazı dönemler günlük iş yoğunluğundan (özellikle son birkaç ayda) yeni yazıları takip edemediysem kusuruma bakmayın.

Hazırladığım anketi dolduran ve yorumlarıyla blog yazarı olma yolunda bana ışık tutan herkese teşekkürlerimi borç bilirim. Anket sonuçlarını açıklarken, lütfen af buyurun, hepsine yer veremedim. Fakat dikkat çeken bazı cevapları açıkladım. Beni sevindiren şey ise ankette hiç olumsuz cevap almadım. Anketin sürekli açık olacağını belirteyim, doldurmak isterseniz yazı sonunda linkini bulabilirsiniz.

1) Bloğumda daha çok ne tür içerikler görmek istersiniz?

En çok istenen başlıklar : kişisel yazılar, gezi veya mekan ilgili, hobi ve koleksiyon ilgili yazılar
En az istenen başlıklar   : teknoloji, sağlık ve spor ilgili yazılar 

2) Bloğumu hangi sosyal medya aracılığı ile takip etmeye başladınız?

En fazla: blog sayfasının adresinden ve google+ hesabından

3) Acı bir kahve tadında kişisel web günlüğünü görünce aklınıza ilk gelen kelime nedir?

İçtenlik,
Kahve,
Hatır,
Çaba,
Yaşama dair güzel bir blog,
Kendine özgü,
Yusuf oğlumun şiir dinletileri,
Hikaye,
Farklı,
Hayatın kendisi,
Naif, 
Yaşanan tecrübeler,
Emek verilmiş, 

4) Blog sayfam hakkında şunu düzeltsen daha iyi olurdu dediğiniz şey nedir? 

Hep böyle kal,
Her şey yolunda,
Facebook üzerinde daha aktif olarak paylaşım olsa,
Skype/OneNote entegrasyonu olsa daha hoş olur,
Kusursuz diyebilirim. bence bu hali oldukça güzel,
Fırsatın olsa da, daha çok okusak seni,
Henüz inceleme fırsatım olmadı,
Sayfanız sade ve güzel bence,
Olduğun gibi olmaya devam et,
Dikkatimi çeken bir şey olmadı şimdiye kadar,
Çok başarılı buldugum için diyecek bir şey yok,
 

Yüksek Lisans Bitirme Tezi Nasıl Bitmez?


Öğrenci tembellik yapar ve bitirme tezi zamanında bitirilemez. Üniversite bir yarım dönem daha uzamıştır. Nasıl olsa öğrenci her yerde öğrecidir değil mi? Sanırım her zaman durum böyle olmaz.

Genelde bitirme projeleri araştırma, deneysel ve teorik olmak üzere üç farklı çeşidi vardır. Bunların arasında en zor olanı deneysel olanıdır. Çünkü deneysel çalışmalar teorik hesaplarla birleştirilmediğinde bir anlam ifade etmez. Teorik sonuçlar da deneysel sonuçlar ile bir türlü aynı çıkmaz. Teoride çözüm elde etmek için bazı ortam koşullarını ihmal edersin veya sadece eldeki kısıtlı bilgileri kullanmaya çalışırsın. Sonuç elde edemezsen de tezin uzar.

Yüksek lisans tezine başlarken öncelikle bir çalışma konusu seçmelisin. Konu seçmek zordur. Danışmanın sana alanınla ilgili bir fikir verecektir. Danışmanın sana onay vermesi ile hemen çalışma planı hazırlarsın. Daha işin başında olduğun için motivasyonun yüksektir. Yüksek lisans tezi yazmakta ne var? Üç-dört ayda kolayca biter, dersin. Bir bakmışsın ki daha sadece bilgi, makale toplama aşamasında bu üç-dört ayı kullanmışsın. Tezin uzar.

Yüksek Lisans
Çalışmalarımı yapayım ve bu arada vakit kaybetmeden aynı anda akşamları tez yazayım dersin. Fakat eve yorgun gelirsin, ilk gün hiç bir şey yazmadan yatarsın. İkinci gün bir beş-on sayfa yazayım dersin. Bakmışsın sadece bir sayfa yazmışsın. Kopyala-yapıştır yüksek lisans tezinde yapamazsın çünkü en sonunda intihal raporu alıyorsun. Zaten bunu yapmak hırsızlıktır. Üçüncü gün yine on-onbeş sayfa yazayım dersin, yine hiç bir şey yazamazsın. Tez yazmak için gerekiyorsa herkesten uzaklaşın. Yoksa tezin uzar.

Aylar geçmiştir. Çalışmalar ilerlemiştir. Tezi çok özenerek bir yere kadar yazmışsındır. Her şey çok iyi gittiğini zannetmektesindir. Danışmanın tezi baştan sona her şeyi düzeltmeni istemiştir. Bu nedenle tezinizi yazarken gereğinden fazla özenmeyin. Sakınan göze danışman batar. :) Çok özenip az yazacağınıza, az özenip çok yazmak daha önemlidir. Çünkü yazdıklarınızın üstünden defalarca kez geçilecektir. Yine tezin uzamıştır.

Çoğu geceleriniz uykusuz geçmiştir. Planlanan bitirme zamanı yaklaşmıştır. Ama daha elde sonuca gidecek anlamlı bir çalışma yoktur. Motivasyonuz düşmektedir. İşte tam bu anda tüm çalışmayı bırakıp kendinize küçük süprizler yapmakta fayda vardır. Tez aşırı bir beyin faaliyetidir. Abartıya kaçmadan arada yarım gün kendinize şarkı dinleme, resim çizme veya bir yere gidip kahve içmek gibi molalar verin. Sürekli çalış ve sürekli tez yaz derken tezin sonuna gelirsiniz, eliniz sonucu yazmaya gitmez. Yine tez uzar.
Master degree
Tezi çok iyi yazmışsındır. Mantıklı bir sonuç veya araştırmaya sahipsindir. Tez savunması zamanı yaklaştığında her şeyi bırak, tezden çok savunmaya hazırlan. Çalışman ne kadar iyi olursa olsun, tez jurisine konuya çok iyi hakim olduğunu gösteremezsen tezin uzar. 

Unutmayın teziniz uzarsa dünyanın sonu değildir. Bu lisede sınıf atlama veya lisansta ders geçme gibi bir şey değildir. Birçok olumsuz şeyi yazdıktan sonra bunlar için kendinizi üzmeye değmez. Çünkü ikinci bir fırsatınız olacaktır. O fırsatı daha iyi değerlendirin, derim. Yüksek lisans tezi hazırlama aşamasına geçen herkese kolay gelsin.
 

Bir Günlük Kapadokya Gezisi


Ürgüp - Temenni Tepesine Giden Yol
Yolculuğa Nevşehir’in Ürgüp şehrine giderek başladım. Günümün uzun olacağını bildiğim için erkenden yola çıkmam daha çok yer gezmemi sağlayacaktı. Ürgüp’e geldiğimde ilk Temenni tepesine çıkmak istedim. Tepeye çıkmak için öncelikle bir yere kadar aracınızla gelip, sonrasında biraz yokuş yukarı yürümeniz gerekmekte. Yol üstünde bazı hediyelik eşya satan yerler ve restoranlar göreceksiniz. Temenni tepesine gelince ortasında bir kümbet göreceksiniz. Bu tepeden şehri rahatlıkla izleyebileceğiniz. Kümbet eskiden Tahsin ağa kütüphanesi olarak kullanılmış.
Ürgüp - Temenni Tepesi
Ürgüp’e gelince 2002 ile 2003 yılları arasında Asmalı Konak dizisinin çekildiği konağı da gezebilirsiniz. Dizinin çekilmesinin üstünden yıllar geçmesine rağmen hala bu mekan ziyaretçi akınına uğruyor. Eve girince ilk odasında geleneksel elbiseler giydirilmiş bez bebekler var. Geleneksel elbiseler Türkiye’nin dört bir yanından seçilmiş. Asmalı konağa gezmeye devam edince üstü açık genişçe bir avluya çıkıyorsunuz. Avlunun çevresinde çeşitli odalar var, fakat odaların boş olduğunu belirtmem gerekir.
ürgüp
Ürgüp - Asmalı Konak
Ürgüp - Asmalı Konak
Ürgüp - Asmalı Konak
Ürgüp şehrinden gün doğumu ve özellikle gün batımı saatlerinde farklı renklere bürünen Kızılçukur Vadisine uğradım. Burası harika bir panorama noktası ve aynı zamanda yürüyüş parkuru. Vadi boyunca gezerken birçok kilise ile karşılaşabilirsiniz. Gidilecek daha çok yer olduğu için yolum buraya öğle vakitlerinde düştü. Eğer Nevşehir civarına gelirseniz mutlaka buraya gelin derim.
Kızılçukur Vadisi
Sıra Göreme civarında bulunan Kapadokya bölgesi yani Göreme açık hava müzesine geldi. Buraya gelecekseniz öncelikle cebinizde müze kartınızın veya iş bankası maximum müze kart olması faydanıza olacaktır. Müze kart geçerli, fakat müze kartınız yoksa giriş kişi başı gittiğimde 30 TL’ydi. Biraz fiyatı yüksek olmasına karşın buraya gelmişseniz burayı gezeceksiniz demektir. Göreme açık hava müzesi, 4. yüzyıldan 13.yüzyıla kadar yoğun bir şekilde manastır hayatına ev sahipliği eden bir kaya yerleşimi. Buraya girince karşınıza başlangıçtan sonra doğru götüren bir parkur karşınıza çıkacak. Kilise gibi eski yapıların giriş kenarlarında güzelce bilgilendirmeler yapılmış. Bu açık hava müzesi içinde Karanlık kilise var ve 10 TL gibi ek bir ücret ödemeniz gerekiyor. Bu sefer burada maalesef müze kart geçmiyor. Buranın özelliği en net duvar resimlerinin olduğu kilise olması. Yaklaşık 2 yıl önce geldiğimde burayı gezdiğim için tekrar gezme ihtiyacı duymadım. İlk defa gelmişseniz burayı da gezebilirsiniz.
Göreme - Açık Hava Müzesi
Kapadokya
Göreme - Açık Hava Müzesi
Göreme - Açık Hava Müzesi

Sırada Paşabağ Vadisi var. Burayı ücretsiz gezebilirsiniz. Peribacaları yapılarını burada rahatlıkla görebilirsiniz. Paşabağı’ndaki yapılarda mantar şeklindeki oluşumların en iyi örnekleri bulunmakta. Buraya gelince ilk turistik eşyaların satıldığı çadırlar ve biraz ilerisinde peribacaları arasında gezinti yapabileceğiniz 2-3 tane deve karşınıza çıkmakta. Bunlar ile ilgilenmiyorsanız doğrudan şapkalı peribacalarını gezebilirsiniz.
Paşabağ Vadisi
Paşabağ Vadisi


Son durağım olan Avanos’a geldim. Burada Kızılırmak’ın getirdiği kırmızı topraklardan yapılan çanak, çömlekleri görebilirsiniz. Bu neden birçok çömlek atölyesi de bulunmaktadır. Şehir merkezinde, Kızılırmak’ın şehri ortadan bölen, iki yakasını yaya olarak bağlayan, bir asma köprü var. Karşıya geçerken sallandığı için bu asma köprüye “sallanan köprü” demişler. Köprüden karşıya geçenler çok kişi olduğundan çok fazla sağlandığını görebilirsiniz. Köprü ilgi çektiği için ziyaretçi akınına uğramakta. Köprünün yanında ırmak kıyısı boyunca yeşillik alan içinde fazlaca oturma alanları var. Irmağın üstünde yüzen yüzlerce kazı çayınızı yudumlarken ve serince izleyebilirsiniz. O kadar yeri gezdikten sonra günün yorgunluğunu burada atmayı tercih ettim.
Avanos
Avanos - Sallanan Köprü
Avanos - Kızılırmak Kıyısı
Buraya gelmiş iken testi kebabını da tatmayı ihmal etmedim. Odun ateşinde ve testi içinde çeşitli sebzelerle pişen etin tadı gerçekten lezzetli. Servis edilmeden önce testi yanınıza getiriliyor ve garsonlar bıçak yardımıyla testiyi kırıp size öyle servis ediliyor. Bu lezzeti tadıp gezimi sonlandırdım.
Avanos - Testi Kebabının Kırılması
Avanos- Testi Kebabı

 Sizlerin de buralara gelip eğlenceli vakitler geçirmenizi dilerim. Sağlıcakla kalın.     

Sessizlik İçinde Tren Garı

Erzincan

Nice ayrılıkların, hasretlerin, sevdiklerine kavuşmaların ve mutlu sonların yaşandığı bu yerler artık sessiz. Kara tren gecikir belki hiç gelmez diye türküsü de var. Kara trenin geciktiği doğru da memleketine tren ile gelenler de gecikmiş olmalılar. Buralar yani istasyonlar artık hep sessiz. Gelen trenin düdüğü boş binaya karşı çalıp yolcusunu almadan gidiyor. Yoldan geçerken kenarda ihtişamlı bir bina gördüm. Bu bina 1936 yılında inşa edilmiş Erzincan tren garından başkası değildi. Doğu ekspresi buradan geçiyordu. Sanırım batıdan gelen yolcular buraya uğramadan direk Erzurum ve Kars'a geçiyordu. Bina kesme taştan yapılmış ve gerçekten ihtişamlı bir görüntüye sahipti. İçeride 1-2 çalışandan başkası yoktu. Tren seferlerinin olduğu tabelaya baktım ve buradan günde sadece 2 tren geçiyormuş. Tren garına bakınca eskiden buraların insanlarla dolu olduğunu hayal ediyorum. Bazıları oturmuş yakınını bekliyor, bazıları da bavullarla gelecek treni bekliyor. Tabii bunlar sadece düşüncede kalıyor. 

Kendime soruyorum neden biz buraları terk etmişiz? Hem kara yollarında olan trafikten şikayet ederiz hem de herkes kendine bir araba alır ve yalnız başına seyahat eder. Kimse tren yollarımız gelişmemiş ve yıllarca buralara yatırım yapılmamış demesin, çünkü biz buraları terk ettiğimiz için gelişmemiş. Kullanılmayan şeye devlet neden yatırım yapsın ki?

Train Station


Trenlere eski teknoloji denmesinden de hiç haz etmiyorum. Aksine bence tren kullanan toplumlar uygar toplumlardır. Yurt dışına bir çıkın, çoğu yolcu taşımacılığının trenlerle yapıldığını görürsünüz. Kullanışlı olduğu için dünya genelinde demir yollarında gelişmiş taşıma sistemlerini kullanmaktalar. Bizim gibi tren garlarını ölüm sessizliğine bırakmamışlar. 

İstasyonları boş görünce en çok bekleyeni olmayan insanlar aklıma geliyor. Arkasında bekleyeni olmayan kişiler ipi kopmuş uçurtma gibidir. Etrafa savrulur, gider. Bir zaman sonra bir yere parçalanarak düşer ve kimse hatırlamadığından unutulup kalır. 

Yıllar Sonra Bu Bloglar Ölü İnsanların Günlükleri Olacak


Yıllar sonra birileri buralara gelip ne de güzel bir blog sayfasıymış der mi? Burası ne de olsa bir alan. Biri bu alanı kendince doldurmuş ve terk edip gitmiş. Gecinden versin diyebilirsiniz. Ama bu işin bir de gerçek tarafı var. Bu yazıyı ele alma sebebim yakın zamanda hayatını kaybetmiş bir youtuberdır. Altın elbiseli adam olarak bilinen Barkın Bayoğlu, motosiklet hakkında her türlü faydalı bilgiler veren bir Youtube kanalıydı. Allah yakınlarına bolca sabırlar versin.

Bazılarınız, Youtube ile blog arasında ne benzerlik var, diyeceksiniz. Aslında pek fark yok. İkisinde de hayatını veya bir konu hakkında faydalı bilgiler vermeye çalıştığın kişiye özgü alan. Biri görsel, diğeri yazı halindedir. Hassas bir konu olduğundan fazla uzatmayacağım. Dünyaya gelen insan denen mahlukat fani hayatında sürekli bir iz bırakma peşinde koşmuştur. Kısmen bu içgüdüsel yaklaşmdan kaynaklı bu okuduğunuz bloglar ortaya çıktığını düşünmekteyim. İyi ki de bu bloglar ortaya çıkmış ve hala çıkmaya devam etmektedir.

Bloglarda insanların yaşantılarını, tecrübelerini, umutlarını, sevinç ve hüzünlerini bulabilirsiniz. Kendisi istemese de yazdığı yazılarda azar azar bunları hissedersiniz. Hissetmekle kalmaz, bunlara okuyucu da ortak olur. Bu sebepten ötürü olacaktır ki arkasında verdiği o güzel paylaşımlarından kendisini hatırlayacak bazı kişiler olacaktır. O zaman dostlar bizi hatırlasın, güzel yazılarımızın hatrına..

Kaliteli yaşayın ve hep sevdiklerinizle birlikte olun..


Alsak Alsak Hangi İşletim Sistemli Bilgisayarı Alsak?

Mac

Günlük hayatta çok duyduğum birkaç laf var. "O kadar çok para Apple Mac bilgisayara verilir mi?" veya "Bedava Linux işletim sistemli bilgisayarlar varken hala neden Windows kullanıyorsun?" Eğer bu soruları bir başkasına soruyorsan gerçekten bu konu hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadığın anlamına gelir. Peki biraz bilgi sahibi değilsen neden başkasını bu tür sorularla bunaltıyorsun?

Öncelikle, bir Windows bilgisayar dururken 2 kat fiyat verip Apple Mac almayı açıklayacağım. Aslında bakarsanız burada bir armutla bir elmanın karşılaştırmasını yapıyor olacağız. İkisi de ayrı dünyanın üyeleri ve farklı şekilde çalışan ama genel olarak adı bilgisayar denen cihazlardır. Apple Mac bilgisayar alanlar için genelde Starbucks'ta oturan kişiler ve elinde bir White Chocolate Mocha'sı ile etrafına hava atan tipler olarak görülür. Bende kahve içmek için Starbucks ve benzeri kahve mekanlarına çok giderim. Acaba ben de bu tipler gibi miyim? Ama eksiğim var, bir Mac'im yok benim. Kahvesever olduk diye şimdi yaftalandım mı? :)

Ya da saygıdeğer bir blogger arkadaşımın "Evi satıp Macbook Pro alma hikayem" adlı yazısına da bir bakınız. Bazıları hala diyebilir, o kadar parayı vermeye ne gerek var. Olmuyor kardeşim olmuyor, tam verimle olmuyor. Parayı vermişken seni yıllarca taşıyacak bir ürün almak gerekiyor. O cihazla oturup birçoğunun yaptığı gibi sadece facebook, twitter’da dolaşılmayacak. Ben Makine Mühendisiyim; az çok çizim, analiz yaptığım için biliyorum. Bence burada başarılı bir donanım yatırımı yapılmış oluyor. Macbook bilgisayarları genelde reklamcılık, görsel tasarım ve video editleme gibi uğraşlar için tam biçilmiş kaftan.

Mac'i neden tercih etmeliyim?
Mac'ler daha düşük özelliklere sahipmiş  gibi gözükse de perfermansı daha iyidir. İlk yeni alınan bir Windows bilgisayarın performansı da iyidir. Sonra bir yıl kullandıktan sonra yavaşlamaya başlayan sistemi kurtarmak için yok antivirüs kullanalım yok biraz geçmişi silelim yok biraz da diski biçimlendirelim diye çabalara girilmeye başlayacaktır. En son baktın olmuyor hadi bir format atalım da eskisi gibi olsun, diyorsun. Sonra verileri kurtarma çabası başlıyor. :)
Bu gibi sorunların en temel kaynağında yazılımcı ile donanımcı arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığını düşünüyorum.  Mac'in donanım üreticisi Apple, yazılımcısı yine Apple. Windows işletim sisteminin yazılımını Microsoft yapıyor, donanımını ise yan bilgisayar parçası üreten markalar yapıyor.

Apple

Windows yüklü bilgisayardan Mac'e geçersen,
-Mac bir Windows bilgisayara göre daha stabil çalışıyor.Windows'ta sizi resetleme götürecek takılmaları Mac bilgisayarda unutacaksınız.
-Mac ile ekran masaüstünde onlarca çoklu sekmede çalışmanıza rağmen bir takılma olmaz. Windows bu konuda çekirdek sayısı 4 olan bilgisayarında bile bazen geçişlerde takılabiliyor.
-Mac laptop bataryaları 10 saat gibi çalışma ömrü verirken, bir Windows laptop 3-3.5 saat gibi bir çalışma ömrü verebiliyor. Benzer pil teknolojise rağmen Mac'in uzun süre çalışması güç tüketimi optimizasyonun çok iyi yapıldığı anlamına geliyor.
-Mac bir Windows bilgisayara göre daha az ısınıyor. Bilgisayarlar ısınınca yavaşlamaya başladığından masaüstü Windows bilgisayarlara bakacak olursak içinde onlarca soğutu fan ile koruyarak ancak istenilen sevide tutuluyor.
-Mac ekranları true color yani gerçek renkleri kolaylıkla veriyor. Bu seçenek açık ara farkla Mac'in diğer bilgisayarlardan ayrılan noktası oluyor. Bu nokta yine Mac'in donanım üstünlüğünü açıkca tekrardan gösteriyor. Windows yüklü bilgisayarlarda gidip bunun için özel üretilmiş gidip true color monitorlar almalısınız. Bu monitorların fiyatı zaten bir mac kadar pahalı. :) Ayrıca bu monitorları alsak bile üst düzey Windows dizüstü bilgisayarlarda yaşadığımız çeşitli ölçeklendirme sorunları ancak en aza indirebiliriz. Reklamcılar, çizimciler veya tasarımcıların Mac'i tercih etme sebebi bundan kaynaklanmaktadır.

Mac'ten Windows yüklü bilgisayar'a geçersen,
-Yaygın olarak piyasada kolay bulunan, Windows'ta çalışan yazılımlar Mac bilgisayarlarda çalışmıyor. Eğer adı klasik bilinen programlarla çalışacaksan ve değişimden hoşlanmayan biri isen Windows işletim sistemi sizin uygun olacaktır.  Mesela Microsoft Office ve Adobe Photoshop yazılımlarının Mac versiyonu var fakat diğer birçok yazılımının aynısı yok. Bu konuda adı farklı muadili olan yazılımları kullanmanız gerekiyor. Yani Mac kullanacaksanız aynı işi yapacaksınız yalnız çalışacağınız programların ismi değişecektir. 
-Eğer iyi bir oyun oyuncusu iseniz size Windows bilgisayarlar en uygun olanıdır. Mac'te de oynarsınız, uygun sürümünü bulmak zorundasınız. Ayrıca yeni çıkan her oyun Mac için yapılmıyor. Windows yüklü bir bilgisayarda yeterli donanıma sahipseniz yeni çıkan her oyunu kolaylıkla oynayabilirsiniz.

İşletim Sistemi

Windows yüklü bilgisayardan Linux yüklü bilgisayar'a geçersen,
-İkisi de aynı donaımları kullanmasına rağmen Linux Windows'a göre çok hızlıdır. Windows burada görsel olarak daha güzel şeyler katacağım diye bilgisayar donanımları gerçekten gereksiz yormakta. Bu da güçlü donanıma sahip olmana rağmen düşük performans elde etmene veya ileride yavaş yavaş bilgisayarın çalışma hızının yavaşlamasına sebep oluyor.
-Linux'ta işletim sistemi dahil bütün uygulamalar ve yazılımlar ücretsizdir. Ayrıca programlar açık kaynaklıdır. Açık kaynaklı demek, kişi isterse programları kendi isteğine göre değiştirebilmesidir.
-Linux'ta Windows bilgisayarları çökerten veya yavaşlatan herhangi bir virüs canınızı sıkmayacaktır. Bu Linux'ta hiç virüs olmadığı anlamına gelmez. Lakin, Linux'ta hiçbir virüs yönetici hesabıyla sisteminizi ele geçirip kalıcı ve tahmin edilemez hasarlara sebep olamaz.
-Çok geniş kullanım alanlarına hitap eden sürümleri vardır. İhtiyacınıza, tercihinize göre istediğiniz Linux işletim sistemini (Ubuntu, Mint, Debian, OpenSUSE vb.) seçebilirsiniz.
-Sürekli güncelleme alması ve yardım için internette bulabileceğiz fazlaca forum ve destek sitelerinin kaynak olarak bulunması.
Ubuntu
Linux yüklü bilgisayardan Windows yüklü bilgisayar'a geçersen,
- Linux açık kaynaklı olduğu için bazı donanımlarda veya yazılımlarda uyumsuzluklar ile karşılacaksınız. Piyasada bulunan hemen hemen her şeyi Windows desteklemektedir.
-Linux'a uyumlu çok kısıtlı oyun seçeneğiniz vardır. En sevdiğiniz oyun sadece Windows tarafından desteklenen olabilir. Bilgisayara bir oyun çıkacakca muhtemelen ilk çıkacağı yer Windows işletim sistemi olacaktır.
-Windows işletim sisteminde neredeyse herkesin alışkın olduğu Microsoft Office, Windows Media Player gibi programları Linux'ta bulamazsınız. Bazılarınız LibreOffice gibi Linux'ta da aynı işi yapan benzer Office programı olduğunu söylüyor. Size şunu söyleyim kesinlikle aynısı olmuyor. Şöyle açıklarsam, mesala LibreOffice'te hazırladığımız dökümanı direk olarak Microsoft Word'te açamıyorum. Bazı düzenlemeler yapıp açılıyor ancak maalesef uyumsuzluklarla, yazıların düzeninde bozulmalarla açılıyor.

İşletim sistemlerindeki bu  yazdığım farklılıkları genel olarak deneyimlerimin ışığında yazdım. Ben şu an Windows kullanmaktayım. Bir yıl kadar Linux işletim sistemini de kullandım. Günlük hayatta bazen Linux işletimi hala karşıma çıkmakta. Mac bilgisayarları da dışarıda çalışma alanlarında, eş dostlarımın bilgisayarlarında kullanma fırsatı bularak deneyimledim. Hepsinden azar azar bir şeyler bilmek kesinlikle sizin faydanıza oluyor. Şu veya bu işletim sistemini kesinlikle alın diye bunları yazmadım. Bazı ön yargıları yıkarak sizin için yapacağınız iş doğrultusunda doğru olanı seçmenizde yardımcı olmaya çalıştım.

Madalyonun Öteki Yüzü


Her insanın bir kusuru vardır. Kimin kusuru az kiminki fazla, farkındalık görecelidir. Kusurlarımız genellikle bir şeyi umursamamaktan gelir. Bazen kişi kendisi için istediğini başkası için düşünmez. İnsan yaptığı kusurlarını farketmiyorsa acınası bir vaziyet ortaya çıkar. Toplumda yaşayan insan, kusurlarından dolayı karşısındakinin huzurunu bozmasına sebep olur. Bu da huzursuz olan kişinin işini iyi yapamamasına yol açar. Bu zincirin halkalarının uzadığı gibi uzayıp gider.

Diğer tarafa baktığımızda kusurlu olan şahısa ilk başta herhangi bir sorun oluşturmayacağını aklımıza getiririz. Fakat böyle düşündüğümüzde büyük bir yanılgı içinde olduğumuzu fark ederiz. Asıl en büyük sıkıntıyı kusurlu olan kişi çeker. Bu şahıs öncelikle halinden rahat ve hiçbir şeyden taviz vermeden yaşar. Gün geçtikçe çevresindeki insanların azaldığını farkına varır. Bir bakmış ki sırtını dayayabileceği bir dostu bile kalmamıştır. Sonra, neden insanlar tarafından dışlanmışım, diye düşünmeye başlar. Hatasını anladığında geç kalmış olabilir.

Meseleyi bulup düzeltmeye çalışırsa, o kişi adına ne mutlu. Ancak böyle bir çabaya girmeyen kişi adına da yapılacak bir şey yoktur.

Y.A

Blogger İzleyiciler Gadget Görünmeme Sorununa Geçici Çözüm

Follower Gadget Problem
Son birkaç gündür blogger altyapısını kullanan blog yazarlarının karşılaştığı bir sorununun geçici çözümünden bahsedeceğim. Bu sorun Google'dan kaynaklı olduğu aşikar, fakat bu sorunun ne zaman çözüleceği hakkında bir bilgiye sahip değiliz. İzleyiciler eklentisinde oluşan bu sorunun kısmen de olsa bir çözümü var. En azından sizi takip etmek isteyen okurlar buradan sizi takip edebilirler. Adım adım görsellerle açıklamaya çalışacağım. 

1.Adım

 2.Adım


3.Adım
Blog panelinden Yerleşim>> Gadget Ekle>> HTML/JavaScript'e aşağıdaki html kodu ekleyin. Önceki adımdan kopyaladığınız kendi ID'nizi aşağıdaki html koddaki kırmızı yazılı yere yapıştırın. Eğer kendi buttonunuz varsa mavi yazılı yerdeki link yerine kendi butonunuzu ekleyebilirsiniz. Düzenlenmeyi kaydettikten sonra izleyiciler takip sistemi sorunu yaşadığımız bu dönemde geçici de olsa çalışacaktır. İsterseniz bloğumdaki sağdaki sütundan çalışıp çalışmadığını kontrol edebilirsiniz. Google yeniden izleciler gadget'ını sorunsuz şekilde hizmete sununca eski yolla devam edebilirsiniz.


<center>
<a href="https://www.blogger.com/follow-blog.g?blogID=Kendi ID'nizi Yazınız" target="_blank"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWKfIcYStcZJreK3pFsAG8E8VtKOulH5vyaTL4aBFWhdCYn-Kaqr3vcPE8am1PMVQpckJdKBJic91cUkdBOGdBuLiW4kWwV36NMBTm2_9jQNetg0XvbEWVX8CLd7zm1DTZc6hQzQmZthQ/s1600/izleyiciler+sorunu.jpg" /></a>
</center>


Görünümü aşağıdaki gibi olacaktır. Eğer farklı bir çözümünü bilen varsa yorumlara yazarak bizi bilgilendirirse sevinirim.


Kartpostalın İzinde | 1.İzmir Buluşması ve Kapıma Gelenler


Uzun zamandır ilk defa kapımda bu kadar fazla kartpostal gördüm. Whatsapp veya Facebook messenger gibi uygulamalar ile aynı anda bu kadar çok ileti gelse inanın hiç sevinmezdim. İkisi Türkiye'den, İspanya'dan, Belarus'tan ve sonuncusu ise Tayvan'dan. Üzerinde geldiği yerlerden izler taşımasından ziyade, bir kişinin emeği ve saygısı var. Karşımdakiler benim için zahmet etmiş, üzerine pul yapıştırmış ve bunu posta ofisine veya posta kutusuna gidip atmış. Ben blogumda bu tür kartpostal ile ilgili yazıları onların değerleri vakitleri için yazıyorum. Tabii ki de teşekkürlerimi onlara ilettim.
Tayvan'dan Gelen Kartpostal

Düşündüğünüzde bunlara ne gerek var, diyebilirsiniz. Sanırım biz insanız; çevremizle iyi iletişim kurmak, arkadaşlar edinmek ve kısacası sosyal olmak gibi bazı önemli ihtiyaçlarımız var. Bu nedenle kartpostal göndermek veya kapında bir kartpostal göreceğini bilmek bile insanı mutlu etmeye yetebilecek şeylerdir. Benim yurtdışında yüzyüze tanıştığım bazı arkadaşlarım olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Eğer böyle bir durumunuz yoksa bir de postcrossing sitesini deneyin. Bunun için karşındakini tanımana bile gerek yok.  Uluslararası kartpostallaşma sitesine üye ol ve ilk kartpostalını sen gönder. Sonrasında dünyanın herhangi bir yerinden sana kartpostal gelmesini bekle.

Postcrossing 1.İzmir Buluşmasından Gelen Kartpostal

Postcrossing, Türkiye'de o kadar yaygın ve seviliyor ki geçtiğimiz 1 Nisan'da 1.İzmir Postcrossing buluşması yaptılar. Bu işe gönül vermiş kişiler bir kafede toplandılar, birbirlerinin kartpostallarını imzalayıp mektup arkadaşlarına ve postcrosser arkadaşlarına gönderdiler. Üstüne günün anısına kaşe yaptırmışlar. Bana da o güne özel kartpostallardan biri elime ulaştı. Bu kartpostalı kim gönderdi diye sorarsanız mutluluğun peşinde blogunun sahibi Şeyma Mektepli gönderdi. Buradan tekrardan teşekkürlerimi iletiyorum. Kendisinin bloguna bir göz atın derim. Çünkü, "Postcrossing nedir?" ve  "Mektup arkadaşı nasıl bulunur?" gibi soruların cevaplarını bulacaksınız.

İspanya, Barcelona'dan Gelen Kartpostal

Belarus'tan Gelen Kartpostal

Son Zamanlarda Nerelerdeyim?

Fotoğraf: Yusuf Arslan
Atatürk Havalimanı - Fotoğraf: Yusuf Arslan
Merhaba! Benim bir blogum var ve son iki yıldır düzenli olarak her hafta yazı yazmaktaydım. Yalnız geçen ay sadece bir yazı yazabildim. Bu ara biraz bilgisayarımda yaşadığım teknik sorunla başladı. Bir iki hafta kadar bilgisayarım serviste olduğu için elime alamadım. Sonrasında bir haftasonu günü birlik İstanbula'a gidip geldim. En sonunda ise elimde yazmam gereken bir yükseklisans tezi olduğunu farkettim. Akşam serinliğinde oturup, biraz biraz yazarız derken, Ramazan ayı geldi. İyi yaptı ve hoş geldi. Kendisi 11 ayın sultanıdır, bereket ayıdır. Biraz havaların ısınmasıyla birlikte gündüz oruçla verimliliğimin de düştüğünü farkettim. Akşamları eve gelince yaz aylarına doğru geceler kısaldığından olması gerekir ki vakit çok hızlı geçiyor. (ya da sadece benim için öyle)

Mazeretleri sıraladım bakalım. Blog yazmak ciddi bir iş olduğu için bu konuda kendimi biraz sorumsuz hissettim. Adeta iki yıldır bloguma düzenli olarak yazma zincirimi kırdım. Amaan boşver, diyebilirsiniz. Blogumu ilk açtığımda gerçekten blog yazmanın ciddiyetinde değildim. Bu nedenle o dönemde canım isteyince yazıyordum. Sonradan blog yazılarının planlı, programlı ve düzenli paylaşılması gerektiğini farkettim. Bu sayede blogumun daha fazla takip edildiğini, daha yorum aldığımı gördüm.

Bu kadar çok mazereti yazmamın bir sebebi de takip ettiğim bloglar içindir. Blog yazamadığım gibi takip listemde olan blogger dostlarıma yorum yazmaktan yoksun kaldım. Lütfen, bir iki ay daha bu durum devam ederse kusuruma bakmayın. Hayat bir koşuşturmaca ve neler getireceği hiç belli olmuyor.

Sizin samimi olan o güzel yazılarınızı sayfalarınızda görmekten gerçekten memnunum.
Kendinize iyi bakın, sonraki yazılarda görüşürüz..

Kargo Beklemek Bir Ölüm


İnternetin gelişmesi ile online olarak alışveriş yapanların sayısı çok arttı. İstediğimiz bir ürünü kolayca yurtdışında olsa bile satın alabiliyoruz. Yalnız bu hıza ulaşamayan birileri var. O da kargo şirketleri. Burada marka vermeceğim, şu iyidir veya bu kötüdür de demeyeceğim. Bu yazıda sadece sürekli yaşadığım bazı sorunları yazacağım. Şirketlere şikayet yazmak da çözüm değil, çünkü bazen geri dönüş bile olmuyor.

  • Her ne kadar kargo şirketleri Türkiye'nin dört bir yanına en geç 1-2 günde kargonuzu ulaştırıyoruz deseler de bazen kargoların teslim edilmesi 3-4 günü ve hatta 5 günü bulabiliyor. Bahsettiğim yer bir köy veya bir ilçe değil, il merkezi. İstanbul'dan paketi otobüse verseler yaklaşık 9 saatte rahatlıkla alırım. :)
  • Kargo dağıtımında kurye 60 dairelik apartmanın kapısına kargoyu bırakıp gidebilir. Bunu defalarca yaşadım ve merkeze şikayet edince sistemde size teslim edilmiş gözüküyor deyip geçiştiriyorlar. Birgün kargoyu beklediğim için internetten takip numarası ile dağıtımda nerede diye bakıyorum ve almadığım halde bilmeden teslim almış gözüküyorum. Apartman dış kapısına bakınca orada kargom beni bekliyor oluyor. Kargolarınızı alıcı ödemeli alın ve bu sayede sen onların değil de, onlar senin peşinden koşsun. 
  •   Bir de bazı kargo şirketlerinin şubeleri kapıya direk hiç zili çalmadan evde yoktunuz kağıdı yapıştırıp gidiyor. Hatta hiç yukarı çıkma zahmeti göstermeden apartmanın dış kapısına yapıştırıyorlar. Bir defasında ben apartmanın kapısında beklerken kargo arabası kapıya yanaştı ve yanımda hiç zili çalmadan direk evde yoktunuz kağıdı yapıştırdı. O sırada beni farketmedi.
-Ben     : Neden zili çalmadan direk evde yoktunuz kağıdı yapıştırdınız? 
-Kurye : Zili çaldım, efendim.
-Ben     : Ben sizi buradan gördüm.
-Kurye : Yanlış görmüşsünüzdür.
-Ben     : Yalan söylemeyin! Ben sizi buradan gördüm. O kargo kimin adına geldi?
-Kurye : Yusuf Arslan adına.
-Ben     : O kişi benim ve bak yalan söylediğiniz ne kadar da belli. Peki kargom nerede?
-Kurye : Arabada efendim?
-Ben     : Alıcının evde olmadığını önceden bildiğin için mi kargoyu arabada bırakıp doğrudan evde yoktunuz kağıdı ile kapıya geldiniz?
-Kurye : ... (cevap yok)

Sonuç, sürekli şikayet eden biri oldum. Kendinizi çok yormayın. Ben bunlarla başa çıkamadım. Merkeze şikayet ediyorum, şubeye şikayet ediyorum fakat hala biraz bile düzelme yok. Lütfen, işinizi doğru yapın. Aldığınız personeli de sürekli takip edin. Bu sizin marka değerinizi düşürüyor. Marka değeri sadece televizyonlara, gazetelere reklam vermekle olmuyor.

              

Ah Bu Mevsim Geçişlerinin Gözü Kör Olsun


Üstümde öyle bir yorgunluk var ki, anlatamam. Bahar yorgunluğu mu ne diyorlar. Polene allerjim yok.. En azından ben öyle düşünüyorum. Bahardan şikayetçi değilim. Aksine çok seviyorum. Özellikle ağaçların yeşermesini ve çiçeklerin açmasını seviyorum. Hava ne sıcak, ne de soğuk. Tam istenilen şey bence. Yazın sıcaktan şikayet edilir, kışın da soğuktan. İlkbahar ise ikisinin tam ortası.

Güzel havalarda nedense işlerimiz yoğunlaşır. Kendini dışarı atmak istersin, fakat arkanda yapman gereken pek çok sorumluluğun vardır. İşte şu an ben tam bu bahsettiğim durumu yaşıyorum. Bahar yorgunluğu denen şey tüm enerjimi alıyor ve içimden çimenlere uzanıp yatmak geliyor.

Üstelik dün sabah saat 8 sularında masa başına oturmuşum ve akşam 6'ya kadar neredeyse hiç kalkmamışım. Öğle arasına çıkmadığımı farkedince bari kendime bir 10 dk kahve molası vereyim dedim. Kahve makinesi bozulduğunu öğrenmemle günün benim için daha zor geçeceğini anladım. Dışarı çıkıp kahve alacağım yer de yok. Birisi bana hazır 3'ü 1 arada teklif etti ama o imitasyon kahveyi maalesef içemiyorum.

Ben günde en az bir bardak filtre kahve veya sütlü espresso içerim. Bu sabah olur veya öğlen olur benim için farketmez. Bu nedenle kendimi zaten kahvekolik olarak tanımlarım. Zaman geçtikçe benim için daha da çekilmez hale gelmeye başladı. Saat 3 olmuş ve ben hala kahvesiz.. Yapmam gereken işlerle uğraşırken dikkatimin dağılmaya başladığını farkettim. Gökten bir grande caffe misto(orta boy sütlü filtre kahve) düşse belki o an dünyanın en mutlu insanlardan biri olurdum. Lakin olmadı... Bundan sonra her daim termos bardağımla çantamda yaz, kış kahve taşımaya çalışacağım.  (Yapamadı.....)

O halde onca olan şeyi mevsim geçişlerine bağlayıp bırakayım. Dışardan bir ses..  Tabi, tabi zaten kahve makinesini de mevsim geçişleri bozdu :)




Blogger Bloggerın Külüne Muhtaçtır

blog yazarlığı

İnsanların aklına "kül ne işe yarar?" gibi sorular gelse de bunu bir hikaye ile açıklayalım. Kül, bazılarınızın bildiği gibi üzüm bağlarında gübre olarak kullanılır. Zamanında bir kişi üzüm bağlarını gübrelerken son 3 asmaya gelince ellerinde bulunan külleri biter. Bunun üzerine komşusuna gider, durumu anlatır ve komşusu evde olan külleri verir. Sonuç olarak komşularınızla aranızı iyi tutun, gün olur aklınıza bile gelmeyen bir şeye ihtiyaç duyarsınız. Yakınınızdaki insanlar size yardım eder. Bu blog dünyasında da geçerlidir.

Bloggerlar etkilerini artırmak için ve daha çok insana ulaşmak için yeterince işbirliği veya fikirbirliği neden yapmıyorlar? Birbirimize yardım edersek her iki tarafta fayda görür.  İnternet yaygınlaştıkça daha fazla güçleneceğimize nedense aramıza kara kediler giriyor. Bunun temel sebebi, ağır bir itham olacak, bence bencillik.

Blogger Bloggerın Külüne Muhtaçtır

Blog okumayan blogunun okunmasını beklemesin. Elimize klavyeyi alıyoruz, güzel de yapıyoruz. Fakat bir şeyin eksik olduğunu farkediyoruz. Okumayı.. Blogları okuyun deyince, bak kendi bloguna takipçi arıyor, diyebilirsiniz. Okuyun diyorsam kendiniz için blog okuyun. Nasıl bir çocuk emeklemeden yürümeyi öğrenemezse veya bir hamur mayalanmadan kabarmıyorsa okumadan da blog yazamazsınız. Yazsanız da kabak tadı verir. Blog okurları bloggerlar için faydalı yorumlarıyla kalıp gibidir. Seni güzel bir şekle sokar ve pusula gibi doğru yönü gösterir. Yeri gelince de seni yazmak için teşvik eder. Blogger ile bir başka blogger arasında da benzer ilişki vardır.


Plak Nereden Alınır?

Plak Nereden Alınır?

Eski dünyanın yeni dünya ile arası iyi değildir. Sadeliği seviyoruz, nostaljiye de merakımız var. Ama nedense hep yeni dünya kazanıyor.Yola taş plaklarla çıktık. Sonrasında 45'likler, 33'lükler derken yavaş yavaş elimizdeki pikapları bir kenara attık. Şimdi ise bazılarımız pişman olmuş ki, o tozlu raflardan pikapları geri çıkartıyor. Bunu kafadan söylemiyorum. Elimizde veriler var. Plak satışlarının son 7 yıldır arttığı ve bu yıl da 40 milyon yeni plağın satılması bekleniyormuş. Bu bahsettiğim miktar dünya müzik pazarının yüzde 15-18'ine tekabul ediyormuş.

Son zamanlarda plakları fazlasıyla takip eder oldum. Bir plak hangi yılda çıkmış veya onu değerli kılacak bir çıkış hikayesi var mı, diye araştırıyorum. Herhangi bir müzik cd'si veya kaseti için bu kadar inceleme yapmamıştım. Daha önceki yazımda da yazdığım gibi; bir şarkıyı plak ile dinlemek denize kendi gözünle bakmak ise, dijital dinlemek aynı denize fotoğraf ile bakmaktır.

Öyle düşündüğünüz gibi sabah akşam müzik dinleyen biri değilimdir. Fakat söz konusu plak olunca dururum, sessizce kenara oturur ve dinlerim. Özellikle klasik olmuş müzikleri dinlemeyi severim. Efsane klasikler ister yabancı olsun isterse de yerli olsun, benim için hiç farketmez.

plak dükkanı

Günümüzde eskiden olduğu gibi her albümün plağı basılmaz. Genel olarak sadece dönemine damga vurmuş albümleri tekrar günyüzüne çıkarıyor müzik şirketleri. Keşke o eski plakların hepsini yeniden bulabilsek de bu yeni basım plaklara lüzum kalmasa.

Hadi şimdi asıl konumuza "plak nereden alınır?" bakalım. Bahsedeceğim yerlerin hepsi internet sitesidir. Bazılarının fiili satış mağazaları vardır.

Yurtiçinden:

1-Hepsiburada: Birçok yerli 33'lük plak bulabilirsiniz. Hepsiburada altındaki mağazalarda bazı müzik şirketi plaklarını burada satış yapmaktadır.Fiyatları gayet makul.
2-D&R: Türkiye'de yabancı şarkıcıların plaklarının bulunduğu en geniş mağaza diyebilirim. Fakat stoklarında her plağı bulundurmadığından biraz temin sürecinde bekleyebilirsiniz.
3-Rainbow45 Records: Kendileri bir plak mağazasından öteye gitmiştir. Eski basılmış plakları kendi adı altında tekrar günyüzüne çıkarmıştır. Bazı plakların kapağında yayımcı olarak Rainbow45 Records ismini görebilirsiniz.
4-Opus3a: Yerli ve yabancı plaklarda geniş bir ürün yelpazesine sahiptir. Bir göz atmanızda fayda var.
5-Plak ve Ben: Ossi müzik ile işbirliği yaparak bazı plakların basımını yapmaktadırlar.

Yurtdışından:

1-Amazon: Yabancı plakların neredeyse hepsinin bulunduğu site. Beatles, Frank Sinatra gibi Türkiye'de nadir bulunan plakların sıfırına buradan rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Özellikle amazon.de sitesinden alırsanız ücretsiz kargo hizmetinden de faydalanabilirsiniz. Plağınız elinize ulaşmazsa korkmayın, koşulsuz olarak tekrar gönderim yapmaktadırlar.
2-Discogs: Bu site uluslararası bir 2.el plak sitesi. Elinizdeki satmak istediğiniz plağı buraya koyuyorsunuz. Karşıdan o plağı isteyen kişi plağı satın alabiliyor. Ayrıca elinizdeki plakları bu sitede arşivleyebilirsiniz.Yalnız bu site Paypal Türkiye'de var iken kullanışlıydı. Şimdi güvenilir olup olmadığını bilmiyorum. 


Bunlar benim bildiklerim. Sizin de tavsiyeleriniz varsa yoruma yazabilirsiniz.