Belki çoğumuz denizi görür, sularına dalmaz. Kendimi denizin kıyısında hissediyorum. Biraz yorgun, çaresiz, biraz da kararsız.. Hafif rüzgar esintisinin saçlarımı sarmaş dolaş ettiğini biliyor yine de hiç bir şey yapmadan kendimi bırakmak hoşuma da gidiyor. Hayatında olanları sürekli kontrol etme çabası yormuş olmalı ki rahatladığımı hissediyordum. Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordum, diğer yanım beni geri durduruyordu. Oysa etrafta kimseler yoktu. Bu geri duruşu sağlayan neydi?
Günlük yaşantıda yapmak istediklerini baskıladığın çok oluyordu. Başkalarının istediklerine göre davranmak, birilerinin çenesi açılacak diye bazı şeyleri geçiştirmek ve hatta beyfendi hanımefendi desinler diye sessiz kalmak... Bunları yapınca sakin, sessiz, efendi belki de mülayim derler yüzüne. Arkadan ise saf üstelik pısırık derler. Buz dağının görünen kısmını görürler, bir de görünmeyen kısmı vardır. Buz dağının görünen kısmını herkes görür, ardını görebilen ise nadir kişilerdir. Sessizdir ama içinde sürekli münakaşa içindedir. Kelimeleri tartar ölçer gerekirse yerinde kullanır, gerekmezse zamanını bekler. Yanıldıkları az olur, zamanı kaçırdıklarını düşünürler aksine tam doğru zamanı yaşarlar. Tek bir sorunu var gibi gözükür. O da yalnız kaldığı. Yalnız kalmazlar aslında bir elin parmağını geçmeyecek az ve öz kişi bilir ve anlar.
Rüzgarın esintisi altında etraftan üç beş çıra ve birkaç kozalak alıp çay demlemek için ateşi yaktım. Kaynayan suyun fokurtusunu duyunca yavaşça çayımı kattım ve demlenme zamanını beklemeye koyuldum. Çayın bile demlenme zamanı vardı. Öncesinde ve sonrasında çayı tadarsan tadı seni rahatsız eder. Zamanını beklersen keyifli olur. Hayat da böyle idi.
Keyifli çay içtiğini görenler ve çayın güzel kokusunu alanlar keyfine ortak olmak için yamacına oturur, sohbetine ortak olmaya çalışır. Ola ki birlikte deniz kenarına bir yerlere gidip dolaşırız. Sözün sonu budur.